3 Temmuz 2011 Pazar

4 Arap: Antakya, Suriye, Lübnan, Ürdün


Gezi Tarihi : Mayıs 2010

Dünya seyahatim sırasında gördüğüm Fas’tan başka Müslüman ülke gezmek nasip olmamıştı. Sıcaklar bastırmadan eşim Esra ile hazır da vizeler kalkmışken yakınımızdaki şu üç Arap ülkesini görmemezlik etmeyelim, Müslüman kardeşlerimize bir kucak açalım dedik.

Öncelikle sıcak konusuna değineyim. Mayıs ayında sıcak çoktan bastırmış oluyor, ortalığı duman ediyor. Komşu Arap ülkeleri için en ideal gezme vakti Mart, Nisan ya da Ekim, Kasım olur. Aksi takdirde, bizim gibi 40 derecelerde yanma, günde 5-6 lt suyun bana mısın dememe gibi durumlara tabi kalabilirsiniz.

Gezinin ilk ayağı İzmir-Adana uçuşunu müteakip 3 saatlik otobüs yolculuğuyla vardığımız Antakya idi. 11 sene öncesi ziyaret ettiğim Antakya geçen süre zarfında pek değişmemiş. Dinlerin ve dillerin birleştiği, topraklarımızdaki Kudüs sayılabilecek, Roma İmpratorluğu zamanında dünyanın Roma ve İskenderiye ile birlikte en büyük 3 büyük kentinden biri olan Antakya’ya gerekli önemi ve özeni gösterdiğimizi söylemek güç. Dünyanın ilk kilisesi sayılan St Pierre kilisesiyle, en önemli müzelerimizden biri olan Mozaik Müzesiyle, Habibi Neccar başta olmak üzere onlarca camiyle kucaklaşan Katolik ve Ortodoks kiliseleri ve sinagoguyla, Türkçe’den ziyade Arapça’nın hüküm sürdüğü daracık sokaklarıyla, yemyeşil Harbiye’siyle maalesef az bilinen bir cennet Antakya.

Antakya’da bir gece konakladıktan sonra Halep’e geçtik. Halep Osmanlı izlerini belki bizden daha derin yaşayan bir kent. Osmanlı’dan kalma onlarca bina şaşırtıcı bir şekilde oldukça itina ile korunmuş, restorasyonlar peşi sıra devam ediyor. Atatürk ve Arabistanlı Lawrence kaldığı için pek bir ünlü olan, matah bir hali olmamasına rağmen bu ününe dayanarak fiyatları doruklayan Baron Otel’de kalma gafletinde bulunduk. 20. asrın başında nasıl yapıldıysa öyle bıraktıkları oteli Türkçe’yi 1950 model konuşan Ermeni bir aile işletiyor. Gideceklere önerim bu otelde soluklanıp çay kahve içmeleri ama kalmamaları yönünde. Hemen karşısındaki nezih otelde muhtemelen daha ucuza daha rahat bir konaklama yapılabilir. “Temizlik imandan gelir” sözü sanki Müslümanlık için değil başka dinler için söylenmişçesine tüm Arap şehirlerinde gördüğümüz temizlik ve düzen konusunu önceliklere almama hastalığı maalesef Halep için de geçerli. Şehrin Ermeni ve Hristiyan mahalleleri ne kadar temiz ve düzenliyse, din kardeşlerimiz de ellerinden geldiğince aksi istikamete koşma gayretindeler sağolsunlar. Halep Kalesi ve özellikle içindeki enfes çatılı büyük salon, Halep Çarşısı ve Büyük Cami şehrin öncelikle görülesi yerleri.

Palmyra’ya giderken yol üzeri uğrayıverdiğimiz Hama’nın kükreme - öğürme arası garip bir ses çıkaran su değirmenleri meşhur. Asi Nehri üzerine yapılan bu yapılar oldukça enteresan, ancak şehirde bundan gayrı görülecek çok bir şey yok. 1982 yılında Hafız Esad’ın Müslüman Kardeşler önderliğinde ayaklanan şehri dümdüz edip 20.000 yurttaşını öldürmesinden sonra kayda değer bir yapı kalmamış olsa gerek.

Aktarma amaçlı kullanıp hiç muhatap olmadığımız Homs (Humus) kentinden kum fırtınası eşliğinde güzeller güzeli Palmyra’ya vardık. Suriye’de Apamea, Bosra ve Dead Cities gibi birçok antik şehir var. Ancak, en görkemli ve en iyi korunmuş olanın Palmyra olduğu söyleniyor. (Ya da diğerlerine gidemediğimiz için öyle olduğunu umuyoruz diyelim.) Tamtakır çölün içinde yüzyıllar önce insanlar niçin böylesine devasa bir şehir kurmuşlar, anlamak güç. Herhalde şu an damlasına muhtaç olunan su o zamanlar bu kadar bulunmaz değildi diye düşünmek lazım belki de. Giriş serbest olduğu için güneş doğar doğmaz giderseniz, yaşlı Alman turist grupları gelmeden ve sıcak bastırmadan gönül rahatlığıyla gezebilir, fotoğraflarınızı rahatlıkla çekebilirsiniz.

Homs yakınlarındaki yine fevkalade korunmuş Krak des Chevaliers haçlı kalesini gördükten sonra pek de rağbet olmayan bir sınır kapısından Lübnan’a geçtik. Kırık dökük de olsa Türkçe konuşabilen şoförümüz Halid’in 1960 modelden yeni olmadığını düşündüğüm Mercedes’i ile Bekaa Vadisi’nden sallana sallana Baalbek’e vardık. Homs’dan düğün alışverişinden gelen Şii teyzeler arkada Esra’yı fındık fıstıkla güzelce beslediler. Şoför yanı koltukta 2 kişi sarmaş dolaş gitme durumunda kaldığım Lübnanlı delikanlıyla pek anlaşamasak da sağ olsun Halid pek bir yardımseverdi. Cep numarasını verdi, başımız sıkışırsa kendisini muhakkak “dövmemiz” konusunda ısrarcı oldu. Allahtan zora düşmedik de kendisini dövmek zorunda kalmadık. Antik kenti özellikle dimdik ayakta duran Bacchus Tapınağı takdire şayan olsa da Baalbek şehri oyalanmadan geçilesi bir yer. Beyrut konaklamalı günübirlik bir tur tercih edilmeli.

Zamanında doğunun Paris’i olduğu söylenen, ancak barındırdığı %50 Müslüman - %50 Hıristiyan halk dayanamayıp birbirine girince 15 yıllık çetin bir iç savaşın (1975–1990) içinde kalan başkent Beyrut’u merak eder dururdum. Savaş öncesi halini elbet görmüş değilim, ancak net olarak söylemeli ki eski sıfatını aynen geri almayı çoktan hak etmiş durumda Beyrut. Hemen 1-2 saat uzaklıktaki bilumum Arap şehrinden farklı olmak üzere, Beyrut inanılmaz derecede düzenli ve temiz, bolluk hatta lüks içinde yaşayan bir şehir. Fiyatlar Türkiye’dekilere, hatta Avrupa’dakilere rahmet okutacak cinsten. Muhtemelen gece hayatı bizzat Paris’i dahi sollayacak Downtown ve Gemmayzeh, içinde inanılmaz güzellikte bir üniversite kampüsünü de barındıran nezih Hamra, zengin Lübnan’lı anneler deniz kenarında nargilelerini tüttürürken Filipinler ve Endonezya’dan ithal bakıcı teyzelerin fırlama Arap çocuklarının peşinden koşturduğu deniz kenarı sefa merkezi Corniche şehrin en gözde yerleri. Petrolü olmayan, sanayi namına kayda değer pek bir şey yapmayan, savaşın izlerini hala sarmaya devam eden bu ülkeye bunca bolluğun nereden geldiğini kestirmek güç. Hristiyan-Müslüman çekişmesi artık bitmiş görünüyor, ne mutlu ki kilise ve camiler artık aynı avluya bakıyor. Ancak, tek tük kalmış olsa da üzerlerinde yüzlerce mermi izini barındıran savaş kalıntısı binalar, şehrin daha çok dışında görülen boy boy silahlı Hizbullah posterleri, yol kenarlarında sıklıkla görülen askeri kontrol noktaları ve tanklar ülkenin henüz bir gül bahçesine dönüşmediğinin göstergeleri.

Beyrut yakınlarındaki beklentimizin ötesinde bir güzellik bahşeden Jeita Grotto mağaraları ve komşu ev balkonlarına selam ederek yükseldiğiniz hoş bir teleferik yolculuğu sonrası görülen Harissa’daki Meryem Heykeli görülmeye değer. Lübnan’da Tripoli, Byblos, Tyre, Aanjar gibi görülesi yerleri maalesef zaman darlığından dolayı es geçmek durumunda kaldık.

Beyrut’tan Şam’a vur patlasın çal oynasın bir yolculukla geçtikten sonra Şam’a vardık. Araplar katiyen müziği 100 desibelin altında dinlemiyor. Yol boyunca çalan yüksek volümlü Arap ezgileri, onu bastırmak için bağıra çağıra konuşan şöför ve yan koltuk yolcusu neşemize neşe kattı! Çarşısı ve çarşının merkezindeki Emevi Cami, ilk Türk hava şehitlerini barındıran şehitlik, Vahdettin’in mezarını ihtiva eden Takiye as Süleymaniye Şam’ın öncelikli yerleri. Geziyi bir nargile molası ve Al Kamal’de bir yemekle şenlendirebilirsiniz.

10 dk yolculuk, 30 dk mola, 20 dk yolculuk, 40 dk pasaport kontrol, vs derken bir ileri bir geri mehteran hızında tamamlayabildiğimiz bir yolculukla Amman’a vardık. Amman Roma tiyatrosu gibi turistik yerleri, nezih restoran ve hatta barları olsa da genel olarak çok sevimli bir kent değil. Otel konusu da oldukça riskli. Düşük/orta bütçeyle gezmek isteyenler için Caravan Otel’i öneriyoruz.

Gelişmekte olan bir ülke gezerken satıcıları ısrarlarıyla usandırıcı olabiliyor. Nitekim mistik otantik özellikleri sebebiyle çekici olan bu ülkelerin en önemli gülde diken kısmı sanıyorum bu konu olur. Zira bu üç ülkede de bu sıkıntıyı yaşadık. Amma, “kendilerini dünyanın en zeki, en cingöz insanları, karşısındaki turistleri de dünyadan bihaber, oralara gelecek parayı miras-piyango yoluyla hasbelkader bulmuş, yolunması caiz saftaron milyarderler gibi görme densizliği” ödülünü tüm Arap esnaf arasında Ürdün’lü taksicilere vermek istiyorum müsaadenizle. 50 m yolu ısrarla taksiyle götürmeyi teklif edenini mi ararsınız, kuş uçmaz kervan geçmez yere varınca bir anda fiyata zam yapanını mı ararsınız, başka bir taksiden inmemize aldırmadan taksisine çağıranını mı ararsınız? Hepsi Ürdün’de!

Amman’ın az da olsa görülecek yerlerini gördükten sonra 40 derece sıcakta yukarıda örneklerinden bahsedilen bir taksici kardeşimiz ile Nebo Dağı, Madaba, Lut Gölü kapsamlı bir gezi yaptık. Nebo Dağı Hz. Musa’nın öldüğü ve kutsal toprakları izlediği rivayet edilen yer. Hava sıcak ve puslu olunca normal günlerde görülebilen Eriha (Jericho), Kudüs, Ramallah gibi yerleri görmek nasip olmadı. Madaba 6. yüzyıldan kalan ve o günlerdeki kutsal toprakları gösteren mozaik haritasıyla meşhur bir kasaba. Dünyanın en dip noktası (-422 m) olma özelliğini taşıyan Lut Gölü, zerre kıpırdamayan ve içinde tek bir canlı barındırmayan yapısıyla Ölü Deniz ismini hak ediyor. Akdeniz’de %3 olan tuzluluk oranı burada %34 olunca suyun tadını merak etme hatasına düştüm. Lut’a gidemeyip de aynı merakı yaşayanlar evde şu deneyi yapabilirler: Bir avucunuza 100 gr tuz boca edin, güzelce yalayın. İşte aynı lezzet! Suyun kaldırma konusu (Bkz. Arşimet) ise ayrı bir hikaye. Halıda yuvarlanma hissiyatı içindeyken alttan kollar ve bacaklar ısrarla itiliyor gibi hissediyorsunuz. Kolları hele bacakları suyun içinde tutmak ve yüzmek adeta bir eziyet halini alıyor. Bu değişik deneyimi göze su kaçırmak suretiyle mundar etmemeye dikkat edilmeli.

Tüm yolculuğa çıkmamızın belki de asıl sebebi Petra idi. Hakkıyla gezmenin 4 gün sürdüğü söylenen çok geniş bir alana yayılmış bu eşi benzeri olmayan yapılar silsilesini bir güne sığdırmak zorunda kaldık. Herkesin fotoğraflardan tanığı ünlü Hazine Binası, çılgıncasına bir dağa oyulmuş anfi tiyatrosu, hilafsız bir saatlik bir merdiven tırmanması ile ulaşılan Manastır Binası ve Fethiye’dekilerin on katı büyüklüğündeki kaya mezarları ile inanılmaz bir yer. Petra, her bir yapının düz halleriyle bile çok çekici olan kızıl kayalara tek tek oyularak yapılmasından dolayı diğer antik kentlerden çok farklı bir yere oturuyor. Geziye bütün Alman turist teyzelerin toplaştığı sabah saatlerinde değil de 11.00 gibi başlamanızı tavsiye ederim. Böylelikle, Hazine’yi güneş aldığı vakitlerde kıpkızıl haliyle izler, bir saatlik Manastır çıkışını akşam serinliğine bırakır ve ortalarda kimselerin kalmadığı akşam vakitlerinde sessizlik içinde bu eşsiz güzelliğin tadını çıkarırsınız. (Dönüşte bacaklarınızda derman kaldıysa High Place of Sacrifice rotasını tercih ediniz.)

1. Dünya Savaşı’nda Arapları tek başına örgütleyip Osmanlı’ya karşı isyanı yöneten Arabistanlı Lawrence’ın üssü Akabe son durağımızdı. Akabe, Ürdün’ün denize kıyısı olan yegane toprağı. İsrail’in 10 km sahile kurulu Eliat kenti, Ürdün’ün 16 km’lik sahile kurulmuş Akabe’si ile Mısır ve Suudi Arabistan toprakları İzmir Körfezi’nden hallice bir alanda yan yana sıralanmışlar. David Lean’in Arabistanlı Lawrence filminin de çekildiği Wadi Rum ve birbirinden güzel mercan kayalıkları görülmeye değer yerler olarak sayılabilir.

Gürültüsü, hengamesi ve güven vermeyen esnafı seyahati yer yer zorlu kılsa da bavulunuzu toparlayıp yeni eksenimiz olmaya namzet bu toprakları bir an önce görmenizi tavsiye ederim…

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Blogunuzu sürekli takip ediyoruz.Bambustor olarak bu paylaşımları yaptığınız için teşekkür ederiz.

Adsız dedi ki...

Cuneyt360.com'u zevkle bastan sona okumus,sonrasinda ciktigim dunya turunda bilgilerinden cok yararlanmistim.Yazilarina devam etmene cok sevindim. Gokay