4 Temmuz 2011 Pazartesi

İran'dan korkmak

Gezi Tarihi : Haziran 2011

Dünya turuna başlarken, özellikle yakın bölgeleri güzergaha katmamış, nasıl olsa bir punduna getirir, kısa süreliğine de olsa gitmeyi başarırım diye sonraya ertelemiştim. İran’ı da ziyadesiyle görmek istememe rağmen bu sebeple henüz gitmek nasip olmamıştı.
Malum, yine gidişim pek takdir görmedi. “Başka gidecek yer mi bulamadın” nidaları arasında plan programa koyuldum. İşsel sebeplerle yapılan ertelemelerden ötürü bu gezi de sıcağın göbeğine kaldı. Sıcağın tavan yaptığı öğle saatlerinde bütün halkın yaptığı gibi öğle uykusuna yatmak ya da klimalı otobüslerle bir sonraki şehre gitmek sıcak belasını az da olsa bertaraf etmeye etkili oldu.
İran halkını Arap halkıyla karıştırmak, Türk ile Arap’ı karıştırmak kadar hatalı olur. Bir kere dilin Arapça’yla hiç ilgisi yok. Tınısı genizden gelen Arapça’dan çok Türkçe’ye daha yakın. Devrim sonrası çoğunlukla Kanada ve ABD’nin Los Angeles kentine kaçan İran diasporasının İran’a ithal ettiği pop müzik kültüründen hoş bir örnekle Farsça neye benzer, dinleyelim. Yazımızı okurken o arkadan tıngırdasın. (Mehrnoosh - Kam Miyaaramet)



Fars (Pers) soyundan gelen İranlıları onurlu, haysiyetli, başı dik insanlar olarak tanımlamak mümkün. Dünyanın en üçkağıtçı grubu olan taksicileri bile en az düzeyde üçkağıtçı diyeyim, gerisini siz anlayın. Nitekim tarihe baktığımızda sömürgeleşmemiş Müslüman ülke sanıyorum bir onlar bir de biz varız. Buradan bakıldığında size tembel, iş bilmez görüntü veriyorlarsa, düşüncelerinizi bir an önce gözden geçirmenizi tavsiye ederim. Niye mi? Biz Rusya’dan eski teknoloji nükleer santral alsak mı, enerji anlamında ayağımıza bir pranga daha vursak mı diyeduralım, İranlılar Natanz’da kendi nükleer reaktörlerini kurmuşlar, uranyumlarını zenginleştiriyorlar. Biz “ah o Devrim arabalarının benzinini koymayı unutmasaydılar da kendi arabamızı üretseydik şimdi” diye dövünekoyalım, İranlılar Khodro ve Saipa gibi dev otomotiv şirketleri ile yıllardır kendi arabalarını üretiyorlar. Ticari ve teknik kabiliyetleriyle ilgili örnekler çoğaltılabilir.
Gelelim şeriat konusuna. İslami kurallar ülkenin doğal yaşam şekli olarak dayatılsa da halkın en fazla %20-30’u bunu tam anlamıyla istiyor. %70’i ise mevcut yasakçı rejimden hiç de memnun değil. Muhafazakarlığı ile ünlü Kum, Meşhed gibi yerler haricinde kara çarşaf oranı bile gayet düşük. Özellikle Tahran’da kadınların çoğu saçlarının minimal bir alanını örterek kuralı sözde yerine getirmiş oluyorlar. Zaten böylelikle saçını zorunluluk olmasa kapatmayacak olanları da anlamış oluyoruz. Kapalı kapılar ardında vur patlasın, çal oynasın bir hayat almış başını gitmiş. Dubai ve Irak üzerinden getirilen alkollü içkiler kolaylıkla bulunabiliyor. İçmeyen yok desem yeridir. Favori içkiler viski ve votka. Kızların görünen bir oram var deyip yüzlerine boca ettikleri makyajı ve üstündeki örtüyü az sonra fırlatıp atacakmış gibi görünen garip saç modellerini ayrıca irdelemek lazım. Görünen o ki %30’luk şeriatsever kesim, baskıcı Rıza Pehlevi rejiminden bunalmış halkı 1979’da arkasına takıp bir devrim yapabilmiş ve şimdiye dek bunu sürdürmeyi başarmış olsa da insanlar artık bu yeni baskıcı rejimden de çoktan bunalmış. %70’in demokratik bir rejim getirmesi beklenenden daha kısa süreceğe benziyor.
Güzergahım şöyle idi: Şiraz-Yezd-İsfahan-Kaşan-Tahran-Masuleh-Erdebil-Tebriz. THY’nin milleri ile yaptığım bir diğer yolculuk oldu.
Şiraz şairleri, bağ bahçeleri ile ünlü bir şehir. Kurak topraklar içinde adeta bir vaha gibi. Kırmızı şarapların üzerinde rastladığımız “Syrah” ibaresi Şiraz’ın ta kendisinden alıyor ismini. İslam devrimi sırasında ca’nım bağlar maalesef sökülüp atılmış.
Yezd gezide beni en çok etkileyen şehir oldu. Çölün ortasında kerpiçten yapılmış evler, camiler, ve bu şehri domine eden rüzgar kuleleri inanılmaz bir görüntü sunuyor. Sıcaklık 45 dereceyi bulsa da hava genelde nemsiz olduğu için nispeten terlemeden ve bunalmadan gezmek mümkün oluyor. Ama yine de saç kurutma makinesini burnunuza dayamışçasına nefes alma hissiyatı yaratan bu anormal sıcak halkı çeşitli önlemler almaya itmiş. Bir makine mühendisi olarak yüzyıllar öncesi yapılmış baghir ve ganat denilen termodinamik harikalara hayran olmamak, şapka çıkartmamak mümkün değil. Baghir denilen rüzgar kuleleriyle evin içinde efil efil rüzgar esmesi sağlanmış. Ganat ise çölde su depolamak için geliştirilen bir sistem. Yer seviyesinden aşağıya metro girişi benzeri derin merdivenlerle dibe inilip suya ulaşılıyor. Yezd’in bir başka özelliği de dünyada bir avuç kalmış Zerdüştçülerin merkezi olması. 1979’den önce ölülerini yırtıcı kuşların parçalaması için bıraktıkları Sessizlik Kuleleri görülmeye değer.
İsfahan, Nakşı Cihan adlı devasa meydanı ile insanı etkiliyor. Fırsat bulduğu anda her an her saniye bir piknik patlatan İran halkının akşam saatlerinde bu meydana doluşmasına doğal olarak şaşırmamak lazım. Piknikçi halk ile falude denen tel şehriyeye benzeri kıtır tatlıyı ya da dizi adlı tokmakla ezilerek yenen türlüyü tadabilirsiniz.
18 milyon nüfusuyla dev megapol Tahran, Şirince benzeri şipşirin köy Masuleh’ten sonra İran’ın Azeri bölgesine vardım. İran nüfusunun %25’ini Azeri Türkleri oluşturuyor. Benim Türkçe’m onlara, onlarınki bana komik gelse de başka ülkede kendi dilinde konuşup anlaşmak da pek güzel oluyormuş hani. Dil ortak paydasında buluştuğumuzdan mıdır bilinmez, Azeriler bana yardımsever Farslılardan bile daha sıcak davrandı. 2. Dünya Savaşı’nda birbirini kaybedip 60 yıl sonra buluşup kucaklaşan iki kardeş gibiydik adeta. Taksi parasını kabul etmeyip “gonuğum ol” diyen, İbrahim Tatlıses’in sağlık durumunu soran, Ebru Gündeş’e selam söyleyen, geçtim Fatmagül’ü “Adını Feriha Koydum”u kaçırmayan, iki sohbet sonrası derhal evine davet eden bu konuksever halk kendimi adeta vatanımda hissettirdi. Yazının başında bahsettiğim “ne işin var İran’da?” yaklaşımındaki - Türksevmez ülkelerin konsolosluklarında elinde kiloyla evrak, vize bekleyen arkadaşlara cevabım olsun. Erdebil’de yarı ayin, yarı spor sayılabilecek bir hareket silsilesine sahiplik eden zurhaneye konuk oldum. Zurhanede genç, yaşlı karışık grup, bir davulcu eşliğinde büyük labutlar çevirerek, kendi eksenleri etrafında dönerek kah eğilip kah kalkarak bir taraftan spor yapıyor bir taraftan da Şii ilahilerine eşlik ediyor. Kafada oturmadıysa şöyle bir şey:



Tebriz ile geziyi sonlandırdım.
Fesle deveyle yaşadığımızı sanan Avrupalıya kızarken bizim de benzerini İran için yaptığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Oraya gidince eminim ki çoğumuzun fikirleri değişecektir. Rejim gerçekten sıkıntı verici olsa da doğanın, kültürün ve konukseverliğin sizi etkilememesi mümkün değil. Özetle: İran gibi olmaktan korkalım, ama İran’dan korkmayalım…

SÜRE: 7 gün
MASRAF: 890 TL/kişi
330 TL (Uçuş Vergisi + 45.000 mil) + 220 TL (Konaklama) + 70 TL (Şehirlerarası yolculuk) + 120 TL (Taksiler) + 120 TL (Yemek) + 30 TL (Müze Girişler)

FOTOĞRAFLAR:

2 yorum:

Restless Librarian dedi ki...

Turistik olarak gezmek istediğim tek ülkeye adım atmışsın sonunda. Sağolasın, darısı başıma.

Adsız dedi ki...

ah o "gonuğum ol" lafları aslında taaruftan başka bir şey değil. yani yarım ağızla ikram ve hoş laf. 2 ay kadar kaldım İran'da. "istemem, gonuğum ol" diyen satıcıya teşekkür edip giden arkadaşımın peşinden koştuğunu bilirim. aslında kuralları belli olan kültüre özgü bir oyun. o kadar klasik ki lonely planet gibi gezi rehberlerinde bile yer almış...