4 Temmuz 2011 Pazartesi

İran'dan korkmak

Gezi Tarihi : Haziran 2011

Dünya turuna başlarken, özellikle yakın bölgeleri güzergaha katmamış, nasıl olsa bir punduna getirir, kısa süreliğine de olsa gitmeyi başarırım diye sonraya ertelemiştim. İran’ı da ziyadesiyle görmek istememe rağmen bu sebeple henüz gitmek nasip olmamıştı.
Malum, yine gidişim pek takdir görmedi. “Başka gidecek yer mi bulamadın” nidaları arasında plan programa koyuldum. İşsel sebeplerle yapılan ertelemelerden ötürü bu gezi de sıcağın göbeğine kaldı. Sıcağın tavan yaptığı öğle saatlerinde bütün halkın yaptığı gibi öğle uykusuna yatmak ya da klimalı otobüslerle bir sonraki şehre gitmek sıcak belasını az da olsa bertaraf etmeye etkili oldu.
İran halkını Arap halkıyla karıştırmak, Türk ile Arap’ı karıştırmak kadar hatalı olur. Bir kere dilin Arapça’yla hiç ilgisi yok. Tınısı genizden gelen Arapça’dan çok Türkçe’ye daha yakın. Devrim sonrası çoğunlukla Kanada ve ABD’nin Los Angeles kentine kaçan İran diasporasının İran’a ithal ettiği pop müzik kültüründen hoş bir örnekle Farsça neye benzer, dinleyelim. Yazımızı okurken o arkadan tıngırdasın. (Mehrnoosh - Kam Miyaaramet)



Fars (Pers) soyundan gelen İranlıları onurlu, haysiyetli, başı dik insanlar olarak tanımlamak mümkün. Dünyanın en üçkağıtçı grubu olan taksicileri bile en az düzeyde üçkağıtçı diyeyim, gerisini siz anlayın. Nitekim tarihe baktığımızda sömürgeleşmemiş Müslüman ülke sanıyorum bir onlar bir de biz varız. Buradan bakıldığında size tembel, iş bilmez görüntü veriyorlarsa, düşüncelerinizi bir an önce gözden geçirmenizi tavsiye ederim. Niye mi? Biz Rusya’dan eski teknoloji nükleer santral alsak mı, enerji anlamında ayağımıza bir pranga daha vursak mı diyeduralım, İranlılar Natanz’da kendi nükleer reaktörlerini kurmuşlar, uranyumlarını zenginleştiriyorlar. Biz “ah o Devrim arabalarının benzinini koymayı unutmasaydılar da kendi arabamızı üretseydik şimdi” diye dövünekoyalım, İranlılar Khodro ve Saipa gibi dev otomotiv şirketleri ile yıllardır kendi arabalarını üretiyorlar. Ticari ve teknik kabiliyetleriyle ilgili örnekler çoğaltılabilir.
Gelelim şeriat konusuna. İslami kurallar ülkenin doğal yaşam şekli olarak dayatılsa da halkın en fazla %20-30’u bunu tam anlamıyla istiyor. %70’i ise mevcut yasakçı rejimden hiç de memnun değil. Muhafazakarlığı ile ünlü Kum, Meşhed gibi yerler haricinde kara çarşaf oranı bile gayet düşük. Özellikle Tahran’da kadınların çoğu saçlarının minimal bir alanını örterek kuralı sözde yerine getirmiş oluyorlar. Zaten böylelikle saçını zorunluluk olmasa kapatmayacak olanları da anlamış oluyoruz. Kapalı kapılar ardında vur patlasın, çal oynasın bir hayat almış başını gitmiş. Dubai ve Irak üzerinden getirilen alkollü içkiler kolaylıkla bulunabiliyor. İçmeyen yok desem yeridir. Favori içkiler viski ve votka. Kızların görünen bir oram var deyip yüzlerine boca ettikleri makyajı ve üstündeki örtüyü az sonra fırlatıp atacakmış gibi görünen garip saç modellerini ayrıca irdelemek lazım. Görünen o ki %30’luk şeriatsever kesim, baskıcı Rıza Pehlevi rejiminden bunalmış halkı 1979’da arkasına takıp bir devrim yapabilmiş ve şimdiye dek bunu sürdürmeyi başarmış olsa da insanlar artık bu yeni baskıcı rejimden de çoktan bunalmış. %70’in demokratik bir rejim getirmesi beklenenden daha kısa süreceğe benziyor.
Güzergahım şöyle idi: Şiraz-Yezd-İsfahan-Kaşan-Tahran-Masuleh-Erdebil-Tebriz. THY’nin milleri ile yaptığım bir diğer yolculuk oldu.
Şiraz şairleri, bağ bahçeleri ile ünlü bir şehir. Kurak topraklar içinde adeta bir vaha gibi. Kırmızı şarapların üzerinde rastladığımız “Syrah” ibaresi Şiraz’ın ta kendisinden alıyor ismini. İslam devrimi sırasında ca’nım bağlar maalesef sökülüp atılmış.
Yezd gezide beni en çok etkileyen şehir oldu. Çölün ortasında kerpiçten yapılmış evler, camiler, ve bu şehri domine eden rüzgar kuleleri inanılmaz bir görüntü sunuyor. Sıcaklık 45 dereceyi bulsa da hava genelde nemsiz olduğu için nispeten terlemeden ve bunalmadan gezmek mümkün oluyor. Ama yine de saç kurutma makinesini burnunuza dayamışçasına nefes alma hissiyatı yaratan bu anormal sıcak halkı çeşitli önlemler almaya itmiş. Bir makine mühendisi olarak yüzyıllar öncesi yapılmış baghir ve ganat denilen termodinamik harikalara hayran olmamak, şapka çıkartmamak mümkün değil. Baghir denilen rüzgar kuleleriyle evin içinde efil efil rüzgar esmesi sağlanmış. Ganat ise çölde su depolamak için geliştirilen bir sistem. Yer seviyesinden aşağıya metro girişi benzeri derin merdivenlerle dibe inilip suya ulaşılıyor. Yezd’in bir başka özelliği de dünyada bir avuç kalmış Zerdüştçülerin merkezi olması. 1979’den önce ölülerini yırtıcı kuşların parçalaması için bıraktıkları Sessizlik Kuleleri görülmeye değer.
İsfahan, Nakşı Cihan adlı devasa meydanı ile insanı etkiliyor. Fırsat bulduğu anda her an her saniye bir piknik patlatan İran halkının akşam saatlerinde bu meydana doluşmasına doğal olarak şaşırmamak lazım. Piknikçi halk ile falude denen tel şehriyeye benzeri kıtır tatlıyı ya da dizi adlı tokmakla ezilerek yenen türlüyü tadabilirsiniz.
18 milyon nüfusuyla dev megapol Tahran, Şirince benzeri şipşirin köy Masuleh’ten sonra İran’ın Azeri bölgesine vardım. İran nüfusunun %25’ini Azeri Türkleri oluşturuyor. Benim Türkçe’m onlara, onlarınki bana komik gelse de başka ülkede kendi dilinde konuşup anlaşmak da pek güzel oluyormuş hani. Dil ortak paydasında buluştuğumuzdan mıdır bilinmez, Azeriler bana yardımsever Farslılardan bile daha sıcak davrandı. 2. Dünya Savaşı’nda birbirini kaybedip 60 yıl sonra buluşup kucaklaşan iki kardeş gibiydik adeta. Taksi parasını kabul etmeyip “gonuğum ol” diyen, İbrahim Tatlıses’in sağlık durumunu soran, Ebru Gündeş’e selam söyleyen, geçtim Fatmagül’ü “Adını Feriha Koydum”u kaçırmayan, iki sohbet sonrası derhal evine davet eden bu konuksever halk kendimi adeta vatanımda hissettirdi. Yazının başında bahsettiğim “ne işin var İran’da?” yaklaşımındaki - Türksevmez ülkelerin konsolosluklarında elinde kiloyla evrak, vize bekleyen arkadaşlara cevabım olsun. Erdebil’de yarı ayin, yarı spor sayılabilecek bir hareket silsilesine sahiplik eden zurhaneye konuk oldum. Zurhanede genç, yaşlı karışık grup, bir davulcu eşliğinde büyük labutlar çevirerek, kendi eksenleri etrafında dönerek kah eğilip kah kalkarak bir taraftan spor yapıyor bir taraftan da Şii ilahilerine eşlik ediyor. Kafada oturmadıysa şöyle bir şey:



Tebriz ile geziyi sonlandırdım.
Fesle deveyle yaşadığımızı sanan Avrupalıya kızarken bizim de benzerini İran için yaptığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Oraya gidince eminim ki çoğumuzun fikirleri değişecektir. Rejim gerçekten sıkıntı verici olsa da doğanın, kültürün ve konukseverliğin sizi etkilememesi mümkün değil. Özetle: İran gibi olmaktan korkalım, ama İran’dan korkmayalım…

SÜRE: 7 gün
MASRAF: 890 TL/kişi
330 TL (Uçuş Vergisi + 45.000 mil) + 220 TL (Konaklama) + 70 TL (Şehirlerarası yolculuk) + 120 TL (Taksiler) + 120 TL (Yemek) + 30 TL (Müze Girişler)

FOTOĞRAFLAR:

3 Temmuz 2011 Pazar

Medeniyet: Paris

Gezi Tarihi: Şubat 2011

Bilimum 3. dünya ülkesinde kelle koltuk yaptığımız yolculuklar sonrasında değerli eşim Esra ile artık bir muasır medeniyete ziyaret vaktinin gelip çattığına karar verdik. İzmir'den Paris'e direkt uçuş olmamasından dolayı SunExpress'in gayet hesaplı olan İzmir-Amsterdam uçuşuyla Hollanda'ya, oradan da Thalys hızlı treniyle Fransa'ya geçtik. (Geçmek istemiştik, ama biraz zor oldu da diyebiliriz. Bkz. Notlar - Son madde) Fransa'ya ve özellikle Paris'e bol miktarda turistik amaçlı gezi yapıldığını bildiğim için bu yazımı uzun tutmuyor, sizleri önce kısa birkaç not ve sonrasında çektiğim fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.

- Binalar gerçekten muazzam. Şehirdeki en yeni bina bile yaklaşık 100 yıllık. En ücra mahalledeki alelade apartman dahi restore edilmiş ve adeta herbiri sanat eseri. Belki İtalyan şehirleri için de benzer şeyler söylenebilir ama dünyada dokusu bu kadar kuvvetli başka bir şehir yok. Keşke bizim de böyle 100 yıl önceki halini koruyan şehirlerimiz olsaydı...
- İnsanlar, özellikle de kadınlar ciddi bir estetik kaygı içerisinde. Herkes zengin/fakir, yaşlı/genç ayırmaksızın üstüne başına inanılmaz özen gösteriyor, adeta bir şıklık yarışı yaşanıyor. Dünyanın moda ve kozmetik merkezinin Paris olmasına şaşırmamalı.
- Bütün dünyada İngilizce almış başını gitmişken hala Fransızcanın bir numara olduğunu düşünüp İngilizce'yi yok saymaları fazlasıyla can sıkıcı. Koca Louvre Müzesi'nde bile açıklamalar yalnızca Fransızca yapılır mı !?
- Ben de "Adamlar 1800'lerde bizim topraklarımızdaki hazinelerimizi almış götürmüş, şimdi de utanmadan müzelerinde sergiliyor" diye hayıflananlardandım ama Louvre'daki özenli korumayı gördükten sonra sanıyorum fikrim değişmeye başladı. Misal, özenle Semadirek Adası'ndan getirilen Kanatlı Zafer Heykeli 2. Dünya Savaşı'nda başına bir hal gelmesin diye 250 km ötede bir şatoda saklanmış. Sene 2011'de "Yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular." söyleminde bulunabilen bir başbakana sahip bir ülkenin evlatları bu özende ne denli başarılı oldular ve olabilirlerdi - tamamen şüpheliyim.
- Louvre Müzesi 3 kanatta ve 4 katta kurulu her biri kendi başına önemli müze olabilecek 11 bölümden oluşuyor. Hepsini sindire sindire gezmek için tahmini 3-4 gün gerekir. En önemli yapıtı diye gösterilen Mona Lisa ise bir hayal kırıklığı. Onlarca insanı ite kaka resme 4 metre kadar anca yaklaşılıyor. Sonra 3 kat camın arkasında minicik Mona Lisa'yı gör görebilirsen. Kendinizi daha nice Caravaggio, Delacroix ve antik Mısır eserlerine hazırlayınız.
- Özellikle 18. ve 19. yüzyıl resimlerinde ressamlar kadınları -nedendir bilinmez- bir türlü giyinik tutmayı becerememişler. Tüm resimlerde bir nü havası esiyor.
- Eiffel Kulesi'ni seven de var sevmeyen de var. Ben güzel bulanlardanım. Ancak, Eiffel'e çıkmak çok anlamlı değil. Uzun süre kuyrukta beklemek durumunda kalabilir, tepede de hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. İlla şehri tepeden görmek isteyenler Sacre Coeur, o da kesmedi Tour Montparnasse'i tercih edebilirler.
- Batı tarzı binaların her daim dışının içinden daha güzel ve alımlı olduğuna kanaat getirmişimdir. Özellikle kiliselerin içi hep birbirine benzer, içerisi için fazla zaman harcamamak gezenin yararınadır. Ancak Paris Opera binası için aynısını söyleyemeyeceğim. Bu binanın içi inanılmaz etkileyici, kaçırılmaması tavsiye olunur.
- Bilinen noktaların yanısıra, daha az bilinen şu yerleri de kaçırmamanızı tavsiye ederim: St Germain, Marais, Latin Quarter, La Defense Bölgeleri & Cimetiere Du Pere Lachaise Mezarlığı, Catacombes. Yemek için de Leon de Bruxelle zincirini atlamayınız...
- Yıllardır süregelen "Acaba A ülkesinden aldığım Schengen vizesiyle ilk seferde B ülkesine girebilir miyim? Problem çıkar mı?" polemiğine birinci ağızdan cevap veriyorum. Sözkonusu ülke Hollanda ise, "Evet". Esra'nın aldığı İtalyan vizesi ile Hollanda'ya uçmak istedik, ancak Sun Express bu uçuşa izin vermedi. Denilene göre Hollanda ve Belçika kendi Schengen'lerinden başka vize kabul etmiyorlarmış. Biz de bunu sorun etmeyen Almanya'nın Frankfurt kentine uçup geziye oradan başlamak zorunda kaldık. Hollanda ve Belçika'ya gideceklerin dikkatine !

FOTOĞRAFLAR:

Tanzanya Canavarı

Gezi Tarihi: Kasım 2010

“Neee Tanzanya mı?”
"Ne işin var Tanzanya'da?"
"Haa şu Avustralya'nın altında olan ada değil mi?" (Bkz. Tazmanya)
"Ooo Tanzanya Canavarı'nı da görürsün sen şimdi" (Bkz. Tazmanya)

Türünden söylemler sarf etmişti eş dost bu yolculuğa çıkmadan önce. Tanzanya'nın yurdumuzda bilinirliği malumunuz az. Nitekim Fas'dan gayrı Afrika görmüşlüğüm olmamasından mütevellit benim için de ülke bir soru işareti idi. THY’nin yazın başlayan seferlerini fırsat bilip üçüncü dünya ülkesinden üçüncü dünya ülkesine sürüklediğim sevgili eşim Esra ile yola koyulduk.

Hindistan ve Arap ülkelerindeki satıcı/esnaf yapışkanlığı, zevzekliği ve rahatsız ediciliği sonrasında Tanzanya ahalisinden de benzer negatif hareketler bekliyordum. Ne denli de yanılmışım... Belki de onlardan daha fakir olmalarına rağmen Tanzanya halkı inanılmaz derecede efendi ve dürüst. Sohbetleri ve ısrarları kararında, asla bezdirmiyorlar. Çeşitli etnik gruplar mevcut olsa da Avrupalıların terkinden sonra iç savaş görmemiş birkaç Afrika ülkesinden biri Tanzanya. Ülkenin Atatürk'ü Nyerere'nin (Bkz. Julius Kambarage Nyerere) diğer Afrika ülkelerinden farklı olarak yüzyıllarca onları sömüren ülkenin dilini değil de kendi öz dilleri olan Swahili'yi resmi dil yapması halkın çatışmadan dostane bir şekilde yaşamasında büyük rol oynamış. Sıcak iklim insanının fakir ama mutlu olma kuralı burada da geçerli. AIDS denen illet sebebiyle ortalama ömür 50 yıl olunca şu fani dünyayı takmamayı ziyadesiyle öğrenmişler. (Halkın %8’i AIDS’li !) Lion King filminin ünlü ettiği Swahili dilinde “dert etme, salla Allah aşkına” manasındaki Hakuna Matata lafı da bu vesileyle dillere pelesenk oluyor.

Ülkede Türkiye'nin bilinirliği ise oldukça yüksek. Kimle konuşsak Feza Koleji'ni (Bkz. okyanus ötesi) biliyor. Biz "Neeee Tanzanya mı?" diyekoyalım başkent Darüsselam'da 3, Zanzibar'da 1 tane olmak üzere 4 adet Feza Koleji yıllar önce açılmış. Okullara büyük bir saygı gösteriyorlar. Hatta cumhurbaşkanının ve başbakanın çocukları bu kolejlerde okuyormuş. Bu kanal üzerinden yaklaşan işadamlarımız da çoktan ticarete girişmiş. Son gün havaalanında gördüğümüz her halinden bu kanalı kullandığı belli bir kardeşimiz Tanzanyalı bir zat ile harıl harıl iş konuşuyordu.

Geziye 2 günlük kısa bir safari ile başladık. Popüler safari destinasyonları kuzeydeki Kilimanjaro Dağı yakınlarındaki Serengeti Milli Parkı ve Ngorongoro Krateri olsa da zaman kısıtı sebebiyle biz Darüsselam yakınlarındaki Mikumi Milli Parkı'nı tercih ettik. Serengeti’yi bilmiyorum – mukayese edemem – ama Mikumi bize fazlasıyla yetti. Yaşanan başlıca olayları şöyle özetlemek mümkün: Gecenin bir yarısı hallice bir çadırdan ibaret odamızda uyurken takribi 20–30 m öteden gelen ve bilinmeyen bir vahşi hayvan höykürmesi ile uyanma, bu olayı henüz sindirememişken odanın içinden geldiğini düşündüğümüz bir çatırtının yarattığı yürek çarpıntısı, sonrasında yavru bir filin hemen yanı başımızdaki dalları yediğini anlayarak bir nebze olsun rahatlama, - gündüzünde ise - henüz az önce kalçasından iki parça alınarak öldürülmüş bir buffalo, başında nefes nefese bekleyen olayın müsebbibi aslanlar, bir ağaç gölgesine sığınmış yan yana duran 23 tane zürafa, caddede karşıdan karşıya geçen maymunlar, zıpzıp gezen impala türü geyikler, filler, akbabalar, vb… Mikumi, Serengeti kadar popüler bir safari noktası olmadığı için bu canlı National Geographic Wild deneyimini daha tenha bir turist öbeği ile gezmek ise büyük bir avantaj...

Birçok turist safari kısmını pas geçerek ülkenin asıl turist rotası olan Zanzibar Adası’na yollanıyor. Safari her ne kadar unutulmaz bir deneyim olsa da Zanzibar’a gitmek için sabırsızlananlara hak vermemek elde değil. Rahatlıkla söyleyebilirim ki hayatımda gördüğüm en güzel, en beyaz plajlar ve en mavi, en yeşil deniz burada. Özellikle adanın kuzeyindeki Kendwa ve Nungwi kumsalları ömre bedel. Aynı zamanda, adanın ana kenti olan Stone Town’un Arap izleri taşıyan güzel kapılı sokaklarında dolaşmak, baharat bahçelerinde gezinmek, bu baharatlarla misler gibi pişirilmiş çeşit çeşit deniz mahsulünü tatmak, birbirinden güzel tropik balıkların cirit attığı resiflerde dalmak ve havyan irisi sürüngenlerden köşe bucak kaçmak adada yapılası diğer aktiviteler…

THY’nın uçuşları ile Tanzanya bizlere artık daha yakın. Gün geçmiyor ki basın yayın organlarında yeni bir Tanzanya haberi görmeyelim. Uçaktaki Türk turist yoğunluğundan ve kaldığımız plajda bile bizden başka 2 Türk aile olmasından dolayı bilinirlik konusunun hızla ilerlediğini söylemek mümkün. Tanzanya’da ne işimiz olduğunu ifade ettiğimizi ümit ederken sözlerime Kenya kaynaklı olsa da Tanzanya’da da adımbaşı söylenegelen Jambo Bwana adlı şarkı ve derin manalar içeren çevirisi ile son veriyorum.


Jambo - Merhaba
Jambo, Jambo Bwana - Hoş geldiniz, hoş geldiniz, beyefendi
Habari gani - Nasılsınız
Mzuri sana - Çok iyisiniz
Wageni, mwakaribishwa - Yabancılar buyurunuz
Kenya yetu Hakuna Matata - Bizim Kenya’mızda dert yoktur
Kenya nchi nzuri - Kenya güzel bir ülkedir
Hakuna Matata. - Dert yok
Nchi ya maajabu - Harika bir ülke
Hakuna Matata - Dert yok
Nchi yenye amani - Barış dolu bir ülke
Hakuna Matata x 3 - Dert yok
Hakuna Matata - Dert yok
Hakuna Matata - Dert yok
Watu wote - Haydi herkes
Hakuna Matata - Dert yok
Wakaribishwa - Buyrun
Hakuna Matata - Dert yok
Hakuna Matata - Dert yok
Hakuna Matata. - Dert yok
Mpaka mwisho - Sonsuza dek

FOTOĞRAFLAR:

Küllerinden doğan şehir: Varşova

Uzuncadır merak ettiğim ama bir türlü gidemediğim Varşova’yı bir iş seyahati vesilesiyle görme fırsatım oldu. Krakow’un 2. Dünya Savaşı’nda herhangi bir zarar görmemiş olması sebebiyle daha çekici olduğu söylenegelir. Başkent Varşova ise aksine savaşta en ağır zararı görmüş birkaç kentten biri. Almanların özellikle yenileceklerini anladıkları andan sonra gerçekleştirdikleri planlı yıkımlar sebebiyle şehirde neredeyse sağlam tek bina kalmamış. 1950’lerde başlayan toplu restorasyon sürecinde yıkılan binalar eski resimlere bakılarak tekrar inşa edilmiş ve şehir küllerinden tekrar doğmuş. Çoğu kişi etraftaki hiçbir binanın orjinal olmamasından dolayı olaya burun kıvırırken, ben yapılan özverili çalışmaya şapka çıkaranların safında yer almayı tercih ediyorum müsaadenizle. Güzelim İzmir 1922’de yandıktan sonra restorasyon yerine yangın yerinin üzerinden dümdüz geçenler, yanmayan yerleri de sonrasında beton blok haline sokmayı maharet sayanlar da benzer bir çalışmayı bize çok görmeselermiş keşke.

Polonya tarihi oldum olası hep acılarla gark olmuş. Ülke Rus, Alman işgalleri arasında harap olmuş, gitmiş. 1795’de kaybettiği bağımsızlığını ancak 1918’de geri alabilmiş. Tam 123 yıl haritadan silinmiş. Bu süre zarfında ülkenin mevcudiyetini tanıyan yagane ülke Osmanlı olmuş. Yapılan hariciye toplantılarında padişahların böyle bir ülke kalmadığını bile bile “Lehistan elçisi nerede” diye sorması, sadrazamların da her seferinde “Lehistan elçisi yolda” demesi ünlü bir hikayedir. (Lehistan = Polonya’nın eski adı) 2. Dünya Savaşı’nda her ne kadar zaman zaman direnmeye kalksalar da sonları hep hüsran olmuş. Ziyaretimin hemen bir hafta sonrasında bu sefer de başbakanlarının uçağı düştü malumunuz, onlarca üst yetkili öldü gitti. Musibetten kurtulamıyor ülke bir türlü...

2. Dünya Savaşı öncesinde 400.000 yahudinin yaşadığı Varşova’da şu an yahudi varlığı yok denecek kadar az. Gettoda yaşayanların hemen hepsi toplama kamplarında ölüme gitmiş. Kalanlar da savaş sonrası yok olmuş Varşova’ya dönmek yerine İsrail’e göç etmeyi tercih etmişler. Dolayısıyla özellikle Polanski’nin Piyanist filminde şahit olduğumuz yahudi kültürünü kalan izlerden ancak tahmin etmek mümkün oluyor.

Madam Curie (asıl adı Maria Sklodowska) ve özellikle Chopin’in Varşova’lı, Papa Jean Paul II’nin de Polonya’lı olması şehrin birçok yerinde defalarca vurgulanıyor, zihinlere iyice kazınıyor.

Restore edilmiş eski şehrin yanısıra, Sovyet kardeşlerin zamanında hediye ettiği devasa Stalinist bina Kültür & Bilim Sarayı, 1944’deki şerefli hezimetleri Varşova Ayaklanması adına yapılan müze ve anıt, akşamüstü ve haftasonları inanılmaz görüntüler sunan güzeller güzeli Lazienki Parkı, “tarih coğrafya bir yere kadar, alışveriş yapıp gezmek istiyoruz” diyenler için Nowy Swiat Caddesi ve Arkadia Alışveriş Merkezi'ni şehrin görmeye değer yerleri olarak sayabilirim.

Her ne kadar görememiş olsam da Polonya'ya gidecek olanların Varşova'nın yanısıra Krakow + Auschwitz ve 2. Dünya Savaşı'nın çıkmasına sebep olan Gdansk'ı (=Danzig) da planlarına eklemelerini tavsiye ederim.



Fotoğraflar için: Gezi Yorumları

Koyu Yeşil : Karadeniz


Gezi Tarihi: Temmuz 2010

Çok da huyum olmamasına rağmen, Karadeniz'e turla (İzmir çıkışlı Gençay Star) gitmeye karar verdik.

Tur ile gitmenin avantajları:
- Yorulmuyorsun.
- Uyuklarken, kitap okurken bir yerden diğerine ışınlanmış gibi oluyorsun.
- Otel ara, acaba nereleri gezmeli gibi dertlerin yok.

Tur ile gitmenin dezavantajları:
- Yorulmadığın için gezinin tadını tam alamıyorsun.
- Uyumlu olunsun, herkesin ihtiyaçları görülsün derken molalarda, yemeklerde inanılmaz zaman kaybediliyor.
- Rehberlere ek gelir yaratılacak diye günde 3-4 öğün yemek yenildiğinden kilo alınıyor.
- Grup uyumu dahilinde, görmek istediğin yerlere yeteri kadar zaman ayıramıyorsun ya da oraları hiç göremiyorsun.
- Türkiye'de kafa kafaya geliyor olabilir ama yurtdışında kesinlikle tur pahalıya geliyor.
- Gezgin değil, turist oluyorsun.

Sonuç: Tur şirketi iyi olsa bile, bir daha asla !

Rotamız şöyle idi: İzmir-Samsun uçuşu, Yason Kilisesi, Ordu, Giresun (Otel: New Jasmin - İyi), Akçaabat'ta köfte, Sümela Manastırı, Hamsiköy'de sütlaç, Zigana (Otel: Zigana Tatil Köyü - Çok İyi), Karaca Mağarası, Çay Fabrikası, Uzungöl ve yaylalar (Otel: Fettahoğlu - Çok İyi), Borçka, Karagöl, Sarp, Ayder Yaylası (Otel: ? - Orta), Çayeli'nde kuru fasulye, Trabzon, Trabzon-İzmir uçuşu.
Gençay Star aynı tura devam ediyor: Tur programı

Her biri kesinlikle görülmeye değer yerlerdi. Zaman olsaydı, Rize-Artvin bölgesindeki yaylalarla yeşilin şiddeti arttırılabilirdi. Hala gitmediyseniz, ama turlu ama tursuz bir an önce Karadeniz'i görmenizi tavsiye ediyorum.

FOTOĞRAFLAR:

Krakow & Auschwitz Birkenau

Gezi Tarihi: Ağustos 2010

Artık kanaat getirdim: Çoğu Doğu Avrupa kenti çok güzel de olsa inanılmaz derecede birbirine benziyor. 17–18. yüzyıldan kalma, 4–5 katlı, bakımlı, "alaturka zihniyet yıkıp geçmeseydi İzmir de İstanbul da böyle olacaktı" diye iç geçirten cinsten güzel binalar; bilimum milliyetten ama ekseriyetle Anglosakson turistlerin yayıldığı, bir katedralle süslenmiş şık bir meydan; aman o katedral kime yeter diye dikilmiş onlarca kilise; şehrin ortasından geçen ıslah edilmiş nezih bir nehir; alımlı kızlar ama genelde ruhsuz bir ahali... Krakow da bu formata gayet uyan bir kent. Ama en güzellerinden bir tanesi.

Oldukça geniş bir alana yayılmış ana meydanın (Rynek Glowny) yanı sıra, Wavel Kalesi, yok olup giden Yahudi kültürünün irdelenebileceği - eski sinagogların ve Schindler'in fabrikasının da ziyaret edilebileceği Kazimierz, ben gidemesem de görmeye değer olduğunu düşündüğüm Wieliczka Tuz Madeni, şehri ortadan ikiye bölen Wisla nehri şehrin görmeye değer diğer yerleri.

Ancak, Krakow'a gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken bir yer var ki, o da Aushcwitz. Şimdiki adıyla Oświęcim olan kent malumunuz tarihin en büyük trajedilerinden birine sahne olmuş. Birbirlerine uzaklıkları 2 km civarında olan Auschwitz ve Birkenau adlı iki adet Nazi toplama kampında 1940–45 yılları arasında çoğu Yahudi olmak üzere yaklaşık 1 milyon kişi öldürülmüş. Gezmesi oldukça iç burkucu olan bu mekânlar 1947'de müze olarak açılmış. İlk rehberler da enteresandır kamplardan kurtulabilen esirlermiş. Auschwitz her ne kadar berbat bir yer olsa da Birkenau ondan çok daha eziyet dolu bir yermiş izlenimi verdi bana. Birkenau (ya da Auschwitz 2) Ocak 45'de Ruslar tarafından kurtarılmadan önce Nazilerce büyük oranda yıkılmış. Ancak yaşanan facia yine de tahayyül edilebiliyor. Auschwitz 1 ise büyük oranda korunmuş durumda.

Krakow güzeller güzeli bir şehir… Auschwitz’i gezmek ise elbette sizleri mutlu etmeyecek, ancak insanoğlunun ne denli canavarlaşabileceğini görmek adına burasının bir gün mutlaka görülmesi lazım.

FOTOĞRAFLAR:

4 Arap: Antakya, Suriye, Lübnan, Ürdün


Gezi Tarihi : Mayıs 2010

Dünya seyahatim sırasında gördüğüm Fas’tan başka Müslüman ülke gezmek nasip olmamıştı. Sıcaklar bastırmadan eşim Esra ile hazır da vizeler kalkmışken yakınımızdaki şu üç Arap ülkesini görmemezlik etmeyelim, Müslüman kardeşlerimize bir kucak açalım dedik.

Öncelikle sıcak konusuna değineyim. Mayıs ayında sıcak çoktan bastırmış oluyor, ortalığı duman ediyor. Komşu Arap ülkeleri için en ideal gezme vakti Mart, Nisan ya da Ekim, Kasım olur. Aksi takdirde, bizim gibi 40 derecelerde yanma, günde 5-6 lt suyun bana mısın dememe gibi durumlara tabi kalabilirsiniz.

Gezinin ilk ayağı İzmir-Adana uçuşunu müteakip 3 saatlik otobüs yolculuğuyla vardığımız Antakya idi. 11 sene öncesi ziyaret ettiğim Antakya geçen süre zarfında pek değişmemiş. Dinlerin ve dillerin birleştiği, topraklarımızdaki Kudüs sayılabilecek, Roma İmpratorluğu zamanında dünyanın Roma ve İskenderiye ile birlikte en büyük 3 büyük kentinden biri olan Antakya’ya gerekli önemi ve özeni gösterdiğimizi söylemek güç. Dünyanın ilk kilisesi sayılan St Pierre kilisesiyle, en önemli müzelerimizden biri olan Mozaik Müzesiyle, Habibi Neccar başta olmak üzere onlarca camiyle kucaklaşan Katolik ve Ortodoks kiliseleri ve sinagoguyla, Türkçe’den ziyade Arapça’nın hüküm sürdüğü daracık sokaklarıyla, yemyeşil Harbiye’siyle maalesef az bilinen bir cennet Antakya.

Antakya’da bir gece konakladıktan sonra Halep’e geçtik. Halep Osmanlı izlerini belki bizden daha derin yaşayan bir kent. Osmanlı’dan kalma onlarca bina şaşırtıcı bir şekilde oldukça itina ile korunmuş, restorasyonlar peşi sıra devam ediyor. Atatürk ve Arabistanlı Lawrence kaldığı için pek bir ünlü olan, matah bir hali olmamasına rağmen bu ününe dayanarak fiyatları doruklayan Baron Otel’de kalma gafletinde bulunduk. 20. asrın başında nasıl yapıldıysa öyle bıraktıkları oteli Türkçe’yi 1950 model konuşan Ermeni bir aile işletiyor. Gideceklere önerim bu otelde soluklanıp çay kahve içmeleri ama kalmamaları yönünde. Hemen karşısındaki nezih otelde muhtemelen daha ucuza daha rahat bir konaklama yapılabilir. “Temizlik imandan gelir” sözü sanki Müslümanlık için değil başka dinler için söylenmişçesine tüm Arap şehirlerinde gördüğümüz temizlik ve düzen konusunu önceliklere almama hastalığı maalesef Halep için de geçerli. Şehrin Ermeni ve Hristiyan mahalleleri ne kadar temiz ve düzenliyse, din kardeşlerimiz de ellerinden geldiğince aksi istikamete koşma gayretindeler sağolsunlar. Halep Kalesi ve özellikle içindeki enfes çatılı büyük salon, Halep Çarşısı ve Büyük Cami şehrin öncelikle görülesi yerleri.

Palmyra’ya giderken yol üzeri uğrayıverdiğimiz Hama’nın kükreme - öğürme arası garip bir ses çıkaran su değirmenleri meşhur. Asi Nehri üzerine yapılan bu yapılar oldukça enteresan, ancak şehirde bundan gayrı görülecek çok bir şey yok. 1982 yılında Hafız Esad’ın Müslüman Kardeşler önderliğinde ayaklanan şehri dümdüz edip 20.000 yurttaşını öldürmesinden sonra kayda değer bir yapı kalmamış olsa gerek.

Aktarma amaçlı kullanıp hiç muhatap olmadığımız Homs (Humus) kentinden kum fırtınası eşliğinde güzeller güzeli Palmyra’ya vardık. Suriye’de Apamea, Bosra ve Dead Cities gibi birçok antik şehir var. Ancak, en görkemli ve en iyi korunmuş olanın Palmyra olduğu söyleniyor. (Ya da diğerlerine gidemediğimiz için öyle olduğunu umuyoruz diyelim.) Tamtakır çölün içinde yüzyıllar önce insanlar niçin böylesine devasa bir şehir kurmuşlar, anlamak güç. Herhalde şu an damlasına muhtaç olunan su o zamanlar bu kadar bulunmaz değildi diye düşünmek lazım belki de. Giriş serbest olduğu için güneş doğar doğmaz giderseniz, yaşlı Alman turist grupları gelmeden ve sıcak bastırmadan gönül rahatlığıyla gezebilir, fotoğraflarınızı rahatlıkla çekebilirsiniz.

Homs yakınlarındaki yine fevkalade korunmuş Krak des Chevaliers haçlı kalesini gördükten sonra pek de rağbet olmayan bir sınır kapısından Lübnan’a geçtik. Kırık dökük de olsa Türkçe konuşabilen şoförümüz Halid’in 1960 modelden yeni olmadığını düşündüğüm Mercedes’i ile Bekaa Vadisi’nden sallana sallana Baalbek’e vardık. Homs’dan düğün alışverişinden gelen Şii teyzeler arkada Esra’yı fındık fıstıkla güzelce beslediler. Şoför yanı koltukta 2 kişi sarmaş dolaş gitme durumunda kaldığım Lübnanlı delikanlıyla pek anlaşamasak da sağ olsun Halid pek bir yardımseverdi. Cep numarasını verdi, başımız sıkışırsa kendisini muhakkak “dövmemiz” konusunda ısrarcı oldu. Allahtan zora düşmedik de kendisini dövmek zorunda kalmadık. Antik kenti özellikle dimdik ayakta duran Bacchus Tapınağı takdire şayan olsa da Baalbek şehri oyalanmadan geçilesi bir yer. Beyrut konaklamalı günübirlik bir tur tercih edilmeli.

Zamanında doğunun Paris’i olduğu söylenen, ancak barındırdığı %50 Müslüman - %50 Hıristiyan halk dayanamayıp birbirine girince 15 yıllık çetin bir iç savaşın (1975–1990) içinde kalan başkent Beyrut’u merak eder dururdum. Savaş öncesi halini elbet görmüş değilim, ancak net olarak söylemeli ki eski sıfatını aynen geri almayı çoktan hak etmiş durumda Beyrut. Hemen 1-2 saat uzaklıktaki bilumum Arap şehrinden farklı olmak üzere, Beyrut inanılmaz derecede düzenli ve temiz, bolluk hatta lüks içinde yaşayan bir şehir. Fiyatlar Türkiye’dekilere, hatta Avrupa’dakilere rahmet okutacak cinsten. Muhtemelen gece hayatı bizzat Paris’i dahi sollayacak Downtown ve Gemmayzeh, içinde inanılmaz güzellikte bir üniversite kampüsünü de barındıran nezih Hamra, zengin Lübnan’lı anneler deniz kenarında nargilelerini tüttürürken Filipinler ve Endonezya’dan ithal bakıcı teyzelerin fırlama Arap çocuklarının peşinden koşturduğu deniz kenarı sefa merkezi Corniche şehrin en gözde yerleri. Petrolü olmayan, sanayi namına kayda değer pek bir şey yapmayan, savaşın izlerini hala sarmaya devam eden bu ülkeye bunca bolluğun nereden geldiğini kestirmek güç. Hristiyan-Müslüman çekişmesi artık bitmiş görünüyor, ne mutlu ki kilise ve camiler artık aynı avluya bakıyor. Ancak, tek tük kalmış olsa da üzerlerinde yüzlerce mermi izini barındıran savaş kalıntısı binalar, şehrin daha çok dışında görülen boy boy silahlı Hizbullah posterleri, yol kenarlarında sıklıkla görülen askeri kontrol noktaları ve tanklar ülkenin henüz bir gül bahçesine dönüşmediğinin göstergeleri.

Beyrut yakınlarındaki beklentimizin ötesinde bir güzellik bahşeden Jeita Grotto mağaraları ve komşu ev balkonlarına selam ederek yükseldiğiniz hoş bir teleferik yolculuğu sonrası görülen Harissa’daki Meryem Heykeli görülmeye değer. Lübnan’da Tripoli, Byblos, Tyre, Aanjar gibi görülesi yerleri maalesef zaman darlığından dolayı es geçmek durumunda kaldık.

Beyrut’tan Şam’a vur patlasın çal oynasın bir yolculukla geçtikten sonra Şam’a vardık. Araplar katiyen müziği 100 desibelin altında dinlemiyor. Yol boyunca çalan yüksek volümlü Arap ezgileri, onu bastırmak için bağıra çağıra konuşan şöför ve yan koltuk yolcusu neşemize neşe kattı! Çarşısı ve çarşının merkezindeki Emevi Cami, ilk Türk hava şehitlerini barındıran şehitlik, Vahdettin’in mezarını ihtiva eden Takiye as Süleymaniye Şam’ın öncelikli yerleri. Geziyi bir nargile molası ve Al Kamal’de bir yemekle şenlendirebilirsiniz.

10 dk yolculuk, 30 dk mola, 20 dk yolculuk, 40 dk pasaport kontrol, vs derken bir ileri bir geri mehteran hızında tamamlayabildiğimiz bir yolculukla Amman’a vardık. Amman Roma tiyatrosu gibi turistik yerleri, nezih restoran ve hatta barları olsa da genel olarak çok sevimli bir kent değil. Otel konusu da oldukça riskli. Düşük/orta bütçeyle gezmek isteyenler için Caravan Otel’i öneriyoruz.

Gelişmekte olan bir ülke gezerken satıcıları ısrarlarıyla usandırıcı olabiliyor. Nitekim mistik otantik özellikleri sebebiyle çekici olan bu ülkelerin en önemli gülde diken kısmı sanıyorum bu konu olur. Zira bu üç ülkede de bu sıkıntıyı yaşadık. Amma, “kendilerini dünyanın en zeki, en cingöz insanları, karşısındaki turistleri de dünyadan bihaber, oralara gelecek parayı miras-piyango yoluyla hasbelkader bulmuş, yolunması caiz saftaron milyarderler gibi görme densizliği” ödülünü tüm Arap esnaf arasında Ürdün’lü taksicilere vermek istiyorum müsaadenizle. 50 m yolu ısrarla taksiyle götürmeyi teklif edenini mi ararsınız, kuş uçmaz kervan geçmez yere varınca bir anda fiyata zam yapanını mı ararsınız, başka bir taksiden inmemize aldırmadan taksisine çağıranını mı ararsınız? Hepsi Ürdün’de!

Amman’ın az da olsa görülecek yerlerini gördükten sonra 40 derece sıcakta yukarıda örneklerinden bahsedilen bir taksici kardeşimiz ile Nebo Dağı, Madaba, Lut Gölü kapsamlı bir gezi yaptık. Nebo Dağı Hz. Musa’nın öldüğü ve kutsal toprakları izlediği rivayet edilen yer. Hava sıcak ve puslu olunca normal günlerde görülebilen Eriha (Jericho), Kudüs, Ramallah gibi yerleri görmek nasip olmadı. Madaba 6. yüzyıldan kalan ve o günlerdeki kutsal toprakları gösteren mozaik haritasıyla meşhur bir kasaba. Dünyanın en dip noktası (-422 m) olma özelliğini taşıyan Lut Gölü, zerre kıpırdamayan ve içinde tek bir canlı barındırmayan yapısıyla Ölü Deniz ismini hak ediyor. Akdeniz’de %3 olan tuzluluk oranı burada %34 olunca suyun tadını merak etme hatasına düştüm. Lut’a gidemeyip de aynı merakı yaşayanlar evde şu deneyi yapabilirler: Bir avucunuza 100 gr tuz boca edin, güzelce yalayın. İşte aynı lezzet! Suyun kaldırma konusu (Bkz. Arşimet) ise ayrı bir hikaye. Halıda yuvarlanma hissiyatı içindeyken alttan kollar ve bacaklar ısrarla itiliyor gibi hissediyorsunuz. Kolları hele bacakları suyun içinde tutmak ve yüzmek adeta bir eziyet halini alıyor. Bu değişik deneyimi göze su kaçırmak suretiyle mundar etmemeye dikkat edilmeli.

Tüm yolculuğa çıkmamızın belki de asıl sebebi Petra idi. Hakkıyla gezmenin 4 gün sürdüğü söylenen çok geniş bir alana yayılmış bu eşi benzeri olmayan yapılar silsilesini bir güne sığdırmak zorunda kaldık. Herkesin fotoğraflardan tanığı ünlü Hazine Binası, çılgıncasına bir dağa oyulmuş anfi tiyatrosu, hilafsız bir saatlik bir merdiven tırmanması ile ulaşılan Manastır Binası ve Fethiye’dekilerin on katı büyüklüğündeki kaya mezarları ile inanılmaz bir yer. Petra, her bir yapının düz halleriyle bile çok çekici olan kızıl kayalara tek tek oyularak yapılmasından dolayı diğer antik kentlerden çok farklı bir yere oturuyor. Geziye bütün Alman turist teyzelerin toplaştığı sabah saatlerinde değil de 11.00 gibi başlamanızı tavsiye ederim. Böylelikle, Hazine’yi güneş aldığı vakitlerde kıpkızıl haliyle izler, bir saatlik Manastır çıkışını akşam serinliğine bırakır ve ortalarda kimselerin kalmadığı akşam vakitlerinde sessizlik içinde bu eşsiz güzelliğin tadını çıkarırsınız. (Dönüşte bacaklarınızda derman kaldıysa High Place of Sacrifice rotasını tercih ediniz.)

1. Dünya Savaşı’nda Arapları tek başına örgütleyip Osmanlı’ya karşı isyanı yöneten Arabistanlı Lawrence’ın üssü Akabe son durağımızdı. Akabe, Ürdün’ün denize kıyısı olan yegane toprağı. İsrail’in 10 km sahile kurulu Eliat kenti, Ürdün’ün 16 km’lik sahile kurulmuş Akabe’si ile Mısır ve Suudi Arabistan toprakları İzmir Körfezi’nden hallice bir alanda yan yana sıralanmışlar. David Lean’in Arabistanlı Lawrence filminin de çekildiği Wadi Rum ve birbirinden güzel mercan kayalıkları görülmeye değer yerler olarak sayılabilir.

Gürültüsü, hengamesi ve güven vermeyen esnafı seyahati yer yer zorlu kılsa da bavulunuzu toparlayıp yeni eksenimiz olmaya namzet bu toprakları bir an önce görmenizi tavsiye ederim…

Baltık